TRT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TRT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Şubat 2024 Cumartesi

gerçek değildiler birer umuttular /eski bir şarkı belki bir şiir

 






Evlendiğimde TRT'de çalışıyordum.


Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kirpisi ile dost oldum .


Aynı yerde oturuyorduk.


Sabahları servise aynı yerden biniyorduk


Aynı yaşlardaydık.


Kıpkıvır ve havada duran saçları nedeniyle "kirpi"ydi adı.


Çocuklarım olduğunda, hasta olduğumda, çocukları anaokula yazdırırken  formdaki "size ulaşılamadığında  ulaşılabilecek güvenilir isim" kısmını doldurmak lazım olduğunda hep o vardı.

O , hep vardı.

Ben, ben olmaya uğraşırken o tuhaf devinimli yılların şapka çıkartılası debriyajıydı Kirpi.



TRT servisi  Ulus tarafından inerken , Kuruçeşme Parkı'na az kala ikimiz bir atlardık servisten. Güzel bir pastaneden nevalemizi  alır,  o zamanlar salaş bir yer olan Kuruçeşme Parkı'nın eşsiz manzarasında kâh baharı kâh kışı kâh yağmuru kâh rüzgârı içimize çeker , biz onlara karışırdık. 


Yanında uzun suskunlukları paylaşacağınız bir dostunuz  oldu mu hiç bilmem. Kirpi ile konuşadabilirdiniz susadabilirdiniz.



Aileler görüşür oldu.Rahmetli anneciği ile annem sıkı dost oldu.

Yılları yolları sırları paylaştık , hayalleri hatta.. inanarak,severek,güvenerek.

Sonra benim ikinci çocuğum oldu. O evlenmemişti hiç. Annesinin sık sık o  evli çocuklu kadın sözlerini duyardım da aldırmazdım. Aldırsa mıydım, o mu sebep oldu  uzaklaşmamıza bilmem.  Gözden ırak kaldım gönül de gereğini mi yaptı..onu da bilmem.

Ama Başak burcunun sarsılmaz inadıyla suskunca verdi kararı ve ben uzağında kaldım.

İşimdi gücümdü koşturmacam ve yokları kucaklamamdı.. kim bilir benim de körlüğümü besleyen ne hatalarımdı sebep.

Ama o TRT'deki aynı grupla dostluğu  sürdürüp  beni usulca dışarda bırakmıştı asla kırmadan üzmeden.

Bu dışarda bırakılışı  ancak fark ettiysem demek... suçlu o diyemeden.

Anneciği vefat ettiğinde evindekiler yani bizim eski dostlar yani hala görüşenler ama beni eskilerden hatırlayanlar sevecen ( nezih insanlardı onlar) tebessümlerle kucakladılar beni. Onlar , Kirpi'nin artık neyi yiyip neyi yemediğini bilecek kadar iyiydiler. Ben  ıslak hamburger sever derken o vegan olmuştu. Ben konuşur sanmıştım o susar olmuştu. Ben hep orada sanmıştım...o gider olmuştu.


Geçen hafta cesaretimi toplayıp "buluşalım" yazdım.


Urla'ya taşınmış.


İstanbul'a gelince haber ver, geliyorsundur di mi dedim.


Elbette dedi satırlarında bile tebessümü saklı.

Oysa taşındığını gittiğini ama arada geldiğini zaten öğrenmiştim bir başkasından.

Kime ne diyeceğim...suskun ve yalnız kalakaldım  bir anda boş gelen Üsküdar sokaklarında.

O kadar benimdi ki..gelemediysem de bekler sandım.




Sonrasında bir Özdemir Asaf şiirinin  mısralarında öyle kırgın üzgün kendimi gördüm.


Geleceğim, bekle dedi, gitti Ben beklemedim, o da gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu. Ama kimse ölmedi...


28 Haziran 2022 Salı

Cüneyt Arkın ve Ben ve Az Bilinenleri ve Hayatı






TRT'de çalıştığım dönemde bir çok ünlü isimle karşılaşma-birlikte çalışma fırsatı buldum.

Cüneyt ARKIN , unutamadıklarımdan ve severek andıklarımdan biriydi.

Ünlü isimlerin bir çoğunu uzaktan sevmek iyi..kaprisleri ya da çiğ kişilikleri kocaman hayal kırıklığı yaratıyor. Hayallerinizi yerle bir etmeleri bir kaç dakikalarını alıyor.


Sanatçı denilebilecek ünlü kişilerde ise bunu pek görmedim. Cüneyt Arkın makyaj odasında iken sözleşmeyi imzalatmak için yanına gittim. 

Tartışılmaz, sarsıcı derecede yakışıklı bir adamdı.

Yine de tecrübelerden dolayı yoğurdu üfleyerek yemeye kararlı, resmi bir tavırla sözleşmeyi sundum ve imzalaması gereken yerleri gösterdim.

İmzalamadı. Bekledim. Sonra bakışlarımı yerden kaldırıp yüzüne baktım neler olduğunu anlayabilmek için.

Bana bakıyordu gülümseyerek.

"Biliyor musun " dedi. "Hep böyle iyiliğin her çizgisine sindiği gülüşleri olan birini  görmek istedim. İnsanı çok rahatlatan bir halin var."

Erimiş, muhallebi kıvamını almıştım. Yine de temkinli temkinli "sağolun" dedim kısaca.

"Seni tanımak isterdim, böyle bir zamanda hala temiz kalmış üstelik iyi  ve nazik olmaya çabalayan kaç kişi kaldı? Ben senden imza rica ediyorum"

Haydaaaa...dalga geçiyor benle diye düşündüm.

"Sen bu zarfın üstünü imzala, ben de sözleşmeyi imzalayayım. Seni hatırlamak isterim"

Asla saygısız, asla yılışık,asla dalgacı değildi.  Mesafemi görmüş, mesafeyi muhafaza ederek sohbete devam ediyordu. saygılı ve mütevazı.

Sonradan çok düşündüm bunu neden yaptığını. 

Canımdan bezecek kadar yorgun, belki ürkek ve hakikatten o çevreye çok uymayan bir genç çocuk görmüş, nezaketi ve iyi yüreği ile ona dokunmaya çalışmıştı. Umursamıştı yani.

Bence o harika bir insandı.

Atatürk'e verdiği değeri ve muhalif duruşunu dengesini hiç yitirmeden ama geri adım da atmadan ortaya koydu.

Sanat dünyasının bence en parlak yıldızlarından biriydi.James Bond olmayı reddettiğini biliyor musunuz?Onun yerine de Roger Moore’u James Bond yaptılar...inanılmaz değil mi?

Bir sansasyon ya da adının "saray soytarısı" gibi kullanılması asla mevzubahis olmadı.

Şapka çıkartıyorum adına...Nurlar, ışıklar, iyi olan her şey onunla olsun.


Cüneyt Arkın veya gerçek adıyla Fahrettin Cüreklibatır(8 Eylül 1937 - 28 Haziran 2022Eskişehir’de, iki odalı kerpiç bir gecekonduda başladı yaşam macerasınaTürk sinema oyuncusu, senarist, yapımcı, yönetmen ve doktor.Lise öğrenimini Eskişehir Atatürk Lisesinde gördü. Buradaki sınıf arkadaşlarından birisi Yılmaz Büyükerşen'di. 1961 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oldu.

Sülalesi Tatar soyundan; Kırım’dan gelmişler. Babası da İstiklal Savaşı gazisiymiş. "Öyle zamanlar olurdu ki ablalarım, anam, babam toprağı kazardı, bulduğumuz acı kökleri yerdik. Açlık onursuz bir şeydir, insanı insanlıktan çıkarır. Uzun yıllar, bu onursuzluğun sefaleti ile yaşadım. Üstüm başım hep hayvan ve ekşi küspe koktuğundan diğer çocuklar benden uzak dururdu" diye anlatır çocukluk yıllarını. 13 kardeşten 3 tanesi kalmış hayatta.

Fakülte yıllarında da hep çalışmış. İstanbul’da Tıp Fakültesi’nde okurken ilk iki yılını Sirkeci’de bir otel odasını iki inşaat işçisiyle paylaşarak geçirmiş. Ders zamanı okula gider, kalan zamanda da onlarla inşaatlarda çalışırmış.

* Bir yanda anatomi dersi, öte yanda inşaat işçiliği..

Çalışmaktan, yakışıklı olup olmadığının farkında bile değilmiş. Üniversite son sınıfta bir kız gelip, “Gözlerin ne güzel öyle yeşil yeşil” deyince, hayatımda ilk kez bir aynaya bakmış, ... Ancak o zaman, 23 yaşında fark etmiş gözlerinin rengimi.

 Bir defasında beraber olduğu kadının iç çamaşırlarına iğrenek bakmasını hiç unutamamış.Yamalı da, kirli değilmiş. Annesi Sümerbank pazarından alıp kendi elleriyle dikmiş  çamaşırını. Ama çivitle o kadar çok yıkamış ki kirli gibi duruyormuş. O gün ceketini satıp iç çamaşırı almış kendime. Bu olay nasıl içine işlemişse, şöhret olduktan sonra durmadan atlet, külot alıyormuş. 

İran prensesinin aşkını sunduğu ve onun için bileklerini kestiğini de Cüneyt Arkın'ın eşi dile getiriyor.

Sinema kariyeri


Memleketi Eskişehir'de, yedek subay olarak askerliğini yaparken, Göksel Arsoy'un başrol oynadığı Şafak Bekçileri (1963) filminin çekimleri sırasında yönetmen Halit Refiğ'in dikkatini çekti. Askerliğini bitirdikten sonra Adana ve civarında doktorluk yaptı. 1963 yılında Artist dergisinin yarışmasında birinci oldu. Bir süre iş arayan Cüneyt Arkın, 1963'te Halit Refiğ'in teklifiyle sinema oyunculuğuna başladı ve 2 yıl içinde en az 30 film çevirdi.

Türkiye'de ilk menajer ile çalışan sanatçı kendisidir.

1964 yılında oynadığı Gurbet Kuşları filminin finalindeki kavga sahnesi, Arkın'ın kariyerinde bir kırılma noktası oldu. Bir süre daha duygusal-romantik jön karakterlerini canlandırdıktan sonra yine Halit Refiğ'in önerisiyle aksiyon filmlerine yöneldi. Bu dönemde İstanbul'a gelen Medrano Sirki'nde altı ay süreyle akrobasi eğitimi aldı. Burada öğrendiklerini Malkoçoğlu ve Battalgazi serilerinde beyaz perdeye aktararak, Türk sinemasına daha önce hiç örneği olmayan bir tarz getirdi. Kısa sürede avantür filmlerin en aranan oyuncusu haline geldi. Romantik jön filmlerle başladığı sinema yaşantısını hareketli filmlerle sürdürse de hemen her karakter role de can verdi. Kariyeri boyunca westernden komediye, macera filmlerinden toplumsal filmlere değişik türlerde filmler çekti. Özellikle Maden (1978) ve Vatandaş Rıza (1979) filmleri, Cüneyt Arkın'ın kariyerinde özel bir yer kaplar.

12 Mart dönemi sırasında, 4. Altın Koza Film Festivali'nde (1972) jürinin ilk oylamasında Yılmaz Güney'i Baba filmindeki rolüyle en iyi erkek oyuncu seçilmesine rağmen daha sonra siyasi baskılarla Yılmaz Güney'in yerine, ilk oylamada Yaralı Kurt filmindeki performansıyla ikinci olan Cüneyt Arkın'ı en iyi erkek oyuncu seçti. Bu karara tepki gösteren Arkın ödülü reddetti.

Cüneyt Arkın sinemasına ayrı bir renk getiren, yönetmenliğini Çetin İnanç'ın yaptığı 1982 tarihli Dünyayı Kurtaran Adam zamanla bir kült film haline geldi. 1980'li yıllarda Ölüm Savaşçısı, Kavga, Sürgündeki Adam ve İki Başlı Dev gibi aksiyon filmlerinden sonra, 1990'lı yıllarda da polisiye dizilere yöneldi.

Çok sevdiği ve uğruna felç kalma tehlikesi geçirdiği filmleri için sirklere gidip dersler aldı.Medrano Sirki’nde bir yıl geceleri çalışıp at numaraları öğrendi, altı yıl karate çalıştı. Siyah kuşak sahibi.Her filminde mutlaka dublaj olmasına rağmen çok azında dublör kullandı.


Türkan Şoray'ın  sinema hayatında özel bir yeri var tabii. Onunla anısını şöyle anlatıyor:

“SAKIN TÜRKAN’IN GÖZLERİNE BAKMA, ÖLÜRSÜN” DEDİLER

* Filmlerde Türkan Şoray’la unutulmaz bir ikili oluşturmuştunuz...
- Onunla ilk filmimi çekerken “Sakın gözlerine bakma ölürsün” dediler. Kim gencecik yaşta ölmek ister ki? Karşılıklı ilk sahnemizde bu lafı çıkaramıyorum aklımdan. Kulaklarına, alnına, çenesine falan bakıyordum hep repliklerimi söylerken. Türkan nezaketten susuyor ama ben bir türlü istenen oyunculuğu veremiyordum. Sonunda “Ölürsem öleyim” diye isyan ettim ve baktım gözlerine.
* Şimşekler çaktı mı?
- Gözler göz değil gözistandı, memleket türküsüydü. Türkan o kadar alçakgönüllüdür ki, çocuk gibi darılır, çocuk gibi sevinir. Çok büyük aşk filmleri çektik birlikte. Genç kadınlar, delikanlılar özel hayatlarında bizim gibi sevip, bizim gibi aşık oluyorlardı.
* Şoray kanunlarının geçerli olduğu günlerden bahsediyorsunuz.
- Tabii... Türkan öpüşmezdi. Bir gün köyde film çekiyorum. Delikanlının biri yaklaştı yanıma, “Cüneyt Abi bütün filmlerini seyrettik, Türkan Şoray’dan 20’ye yakın çocuğun oldu. Bir kere bile öpmeden nereden çıktı bu kadar çocuk?” demez mi!


Cüneyt Arkın, at binmede ve karatede uzman sporcu unvanına sahiptir.Oyunculuğun yanı sıra televizyon izlenceleri sunmuş ve kısa bir süre gazetelerde sağlıkla ilgili köşe yazarlığı da yapmıştır. 2009 yılında omurgasındaki sinir sıkışmasından dolayı yaklaşık üç ay hastanede tedavi gördü.


Özel hayatı


Cüneyt Arkın ilk evliliğini 1964 yılında kendisi gibi doktor olan Güler Mocan ile yaptı. 1966 yılında kızları Filiz doğdu. 1968 yılında boşandıktan bir yıl sonra Betül (Işıl) Cüreklibatur ile evlenen Cüneyt Arkın'ın,bu evlilikten de Kaan ve Murat adlarında iki çocuğu vardır. Kızı bir şirkette genel müdürlük yapan Arkın'ın oğullarından Murat da dizilerde oyunculuk yapmaktadır. Bir dönem alkolizm tedavisi görmüş olan Arkın, alkol, uyuşturucu ve gençliğin sorunları konulu sayısız konferans vermiş, bunlarla ilgili teşekkür beratları ve onur ödülleri almıştır.

Siyasi yaşamı


Türk milliyetçisi kimliğiyle bilinen Cüneyt Arkın 2002 Genel Seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Eskişehir milletvekili adayı olması için Mesut Yılmaz tarafından teklif götürüldü. Sonraki yıllarda ise İşçi Partisi adına düzenlenen ve bir grup bilim adamı, aydın ve sanatçının katıldığı "İşçi Partisi Hükümeti’nde Göreve Hazırız" kampanyasına katılarak, yeniden siyaset sahnesinde adını duyurdu.

Fark ettim ki   günün şarkısını belirleyip ona ithaf etmemişim. Gözlerine vurgun olduğu Türkan Şoray ile paylaştığı filmden geliyor günün şarkısı : Arım Balım Peteğim





11 Mayıs 2021 Salı

Zeki Müren, Vedası ve İlk Bestesi

 


Zeki Müren  6 Aralık 1931'de doğmuş. İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nin (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) Yüksek Süsleme Bölümü Sabiha Gözen Atölyesi'nden mezun olmuş . Kostümlerini kendisinin tasarladığını hepimiz biliyoruz. 

TRT İstanbul radyosunun açtığı sınavda 186 kişi arasından birinci seçilerek  unutulmazlar arasında yerini alacağı yolculuğuna başlamış.

Onunla ilgili bir çok şey var anlatılabilecek. Ajda Pekkan ile aşkı , tüm bunlar içinde beni en çok şaşırtan olmuştu. Ajda Pekkan, ona olan aşkını "hayallerimin prensiydi" diyerek ve objektifler önünde sık sık öpüşerek anlatmış o yıllarda. Şimdi ikisi de farklı anlamda ölümsüz :-)


Zeki Müren'in ilk bestesi olan "Zehretme Bana Hayatı"  şarkısın bugün anmak ve anlatmak istediğim. 16 yaşında iken Bursa'da bestelediğim acem kürdi makamındaki şarkı bir akrostiş.

Zehr'etme bana hayatı cananım
Elemlerle doldu benim her anım
Kederinle yanıp sönse de canım
İnan ki ben sana yine hayranım 

Şarkı Suzan Yakar tarafından 1948 yılında radyo repertuarına alınmış.


Rivayet odur ki; rahmetli, besteyi hamamda yapmıştır. Besteye konu olan da mahallesinde sevdiği fakat başka birisiyle nişanlanan komşu kızıdır.


Emojiler olmadığından kelimeler ve duyguların olduğu muhteşem yıllar.

16 yaşındasın....4 satırda bizi yerden yere vuracak ne yaşadın ve bunu  o kısacık dört satıra nasıl sığdırdın?..muhteşem!

Vedası da TRT yayınında oldu...o bir sanatçıydı.



İbn-i Sina'nın bir sözü var: Bilim ve sanat ittifak görmediği ülkeyi terk eder..

Bir süredir terk edilmiş yoz toprakların üzerindeyiz..güzel olan her şeyin geri gelmesi temennisi ile...buyrun bu güzelim şarkıyı dinlemeye.



16 Mayıs 2017 Salı

Epi Topu 1.5 Gündü Aslında


Selin benim büyük kızım. Tahsil hayatının ipleri elimden kaçalı çok oldu. Ne girdiği sınavları, ne idealindeki okulları,ne ders programını anlamıyorum bir süredir. Ucundan accık modundayım kısacası. Zaten veli toplantısında hocaları yabancı olduğu ve herkes ingilizce konuştuğu için görüşmelere Selin ile girmek zorunda olalı gönlümce bi hoca da yolamadım. Yine de ısrar ve istikrar ile gidiyorum veli toplantılarına.

Neyse, hatun bir sınava girecekmiş ama başvurduğunda İstanbul kontenjanı  dolduğu için Ankara'da girmesi gerekti.

Çocuğun hedefleri hayalleri var bu bu en öneli basamaklardan biri ..nasıl hayır diyeyim?



Ankara nedir biliyor musunuz?
Ankara bildik bilinmezler şehri benim için.
Ankara'yı bilmem ben.
Çocukken annem babam , bir çift mavi gözün gözüyle aşıladığı  vatan aşkını pekiştirmek için Anıtkabir'e götürmüştü beni. Küçüktüm ama bugünün büyüklerinden daha iyi çalışıyordu  kafam. Başımı kaldırıp Atatürk'ün gözleri kadar mavi göğe özgürce bakışımı, şık bir döpiyes giymiş olan annemin özgürlüğünü, iyi eğitim ve işe sahip babamın tebessümünü ona borçlu olduğumuzu  bilir, adının üstüne toz kondurmazdım.

Bak yine cin çıktı tepeme...neyse, sakin.

İkinci Ankara'ya gidişim daha alem. Sanal ortamda tanıştığım ama hayatımda "ya o olmasaydı" diyeceğim kadar ışığını ,yaşamını,varlığını çok sevdiğim Sebuş'uma gittim bir çocuk elimde bir çocuk kucağımda belimde. İlk kez yüzyüze görüşmek, sarılmak,konuşmak,çocuklarımızın kaynaşması şahaneydi.

Hiç sevmedim Ankara'yı. Birincisi deniz yok,ikincisi becerseler binalara bile kravat takacaklar. Sebuş'ta kaldım, sonra döndüm.

Şimdi Ankara'ya Selin ile giderken hem şehri bilmemenin, hem mesafeleri kestirememenin sancısı içime oturdu. Bir de şaka maka çocuk üniversite sınavına girecek.

"es ey ti" yani namı diğer SAT sınavına girdi Selin. O ne diye sorana http://sat-sinavi.com/sat-nedir linkini yollayıveriyorum. Ben de öğrenmeye çalışanlardanım çünkü.

Ankara'ya indik, yeğenlerimin tarifleri ile Sebuş ve Aliye'min anlatımları ile zor şer gideceğimiz yeri bulduk. TRT misafirhanesi deyince kelli felli bişi bekledim yalan yok. Orayı kısaca "80'ler dizisi burada da çekilebilirmiş" diyen kızımın cümleleri ile özetleyeyim. Yazık. Milyarlarca bütçesi olan Kurum'un bu kadar döküntü bu kadar sönük bu kadar eski bir misafirhanesi olsun..vallahi çok yazık. 

Gideceğimiz yer TED Koleji. Yakınmış misafirhaneye. Sabah kahvaltısı sonrası açlık, günlerin biriken yorgunluğu, nasıl gideceğiz yetişiriz di mi vb onlarca soru stresi bizi bitirdi. Selin ile serildik ve saatlerce uyuduk.Yorgunluk öyle böyle değil, ciddi salladı bizi. Akşam için  lokalde yer ayırttık ve yeğenimin gelmesi, iki kuzenin birbirini rahatlatmasını kararlaştırdık. Ağır yemesin, erken saatte yesin (zaten açlıktan ölmek üzereydik) ,banyo alıp erkenden uyusun istedim. Sabahın köründe gireceği sınav bildiğin üniversite sınavı ve çok önemli.

Derken Aliye aradı. Onun minik Defne'sini hep resimlerde gördüm, Aliye'yi de öyle. Sude diye bi kızı var, onu  ayrı merak ediyorum. Aliye gelip sizi alayım deyince "peki" dedik Selin ile. O da sürpriz yapıp bizi Sebuş'un evine götürdü. Aliye ve Sebuş yakın dost olduklarından ben Sebuş'u da göreceğimi anlamıştım ama evinde değil restaurantta görüşürüz sanmıştım. Ev kısmı  hakikatten sürpriz oldu.

Sebuş'umu  yine görmek,  bildiğiniz gün ışığını kucaklamak gibi. Evi ise el emeği muhteşemliklerle dolu. Tablo gibi bir ev. Hadi burda anlatmıyayım, nefis bir sofra ile karşıladı bizi. O ailenin her bireyini sevmek için ayrı sebep bulabiliyor insan. Güzel insanlar, güzel kalpli insanlar.

 Aliye beni daha iyi zamanlarımda görsün isterdim. Ben ise onu umduğum gibi buldum. Zaten severdim ve zaten iyi  düşünürdüm, daha da iyi oldu onun hakkında her şey. Defne ise hayallerimin ötesindeymiş onu öğrendim.Şeytan tüyünün sözlük anlamı gibi bir çocuk. Sude 'yi 20 yaşında bir kere daha görmeyi kesinlikle istiyorum-o ne olacak o..çok akıllı.

Gerginlik ve yorgunluk  ağzını bıçak açmayan bi ben ile tanıştırdı onları. Böyle olsun istemezdim.   Belki de bu yüzden sürprizleri sevmiyorum aslında. Bir dahakine daha iyi günlerde görüşmeyi dileyip ayrıldım akşam oradan. Tabii ki Sebuş yine de bağrına bsatı beni ve tabii ki Aliye sen ne suratsız şeysin demedi ama ben üzüldüm. Sonra Aliye yine  hiç mızıkdanmadan binlerce kilometre yolu gerisingeri gidip bizi TRT misafirhanesine bıraktı. Direksiyonlu bi melek o.

Sabah  misafirhaneden çıkışımızı yapıp  sınav yerine gittik. Selin güç kalkınca ben yeniden panikledim. Ya uyanamazsa , ya  ayamazsa moduna geçiverdim.Taksi ile 10 dakikada TED Kolejine  varınca  büyük ölçüde sakinleştim ama TED Koleji bildiğiniz dağ başını duman almış biz de oraya kolej kurmuşuz modeli bir yer. Nasıl döneceğim diye düşünmeye başladım bu sefer de. Derken eski yıllardan bir dostum  sabah sabah sırf beni görebilmek için oraya geldi eksik olmasın. Sahiden eksik olmasın dostlar hayatımızdan.Selin sınava girdi. Ben etrafımda bi tane türkçe konuşan olmayan ortamda kitabıma sarıldım dostum gelene kadar. Sonra o bana bir iyilik daha yaptı ve yeğenlerimi de alıp getirdi sınav yerine. Selin saatler süren sınavdan çıkana kadar oturup lak lak ettik. Nakit geçmiyormuş 50 kuruşluk çayı bile kredi kartı ile aldık. Okula ve gelenlere baktım da, eğitimde eşitlik sizlere ömür. Kemikleri bile çürümüş yani. Yazık bu memlekete bu  çocuklara yazık yemin ediyorum

Bak yine cin çıktı tepeme!

Selin sınavdan en geç çıkanlardan biri oldu. Kuzenlerini görünce solmuş yanacıklarına taze tatlı bir pembelik yayıldı.


 Atakan'ın yani ablamın  oğlunun (en sevdiğim yeğenim) tavsiyesi ile ömrümce gittiğm en güzel yerler sıralamasında ilk 3'e girecek bir restauranta gittik ve aman Allah'ım,  utanılası derecede çok yedik. 


Dostum ve arabası emrimize amade olduğundan havaalanına nasıl yetişeceğiz kaygısını da unuttuk. Sonra yeğenlerimden ayrıldık, havaalanına döndük. Sonra da İstanbul.

Yani bir Cuma sabahından bir Cumartesi akşamına olanı anlattım sizlere.

Plakasını alamadım desem yeri. Öyle serildik yani...o yorgunluk o stres (ki normalde hakkkatten rahat biriyim en) beni öldürdü
İyi ki yaşadık :-)


28 Aralık 2016 Çarşamba

PTT'ye 2 Adım Kala


Çocukluğumda , param olmadığı için aileme kartpostallar alır illa ki bir sürpriz hazırlama derdinde, illa ki alışıldığı beklerken bir minik aksiyon ile "a-aaaaa" çığlığı alma peşinde koşturur dururdum.


Minik hediyelerle büyük mutluluklar duyabilen güzel bir ailem var benim her zaman için.




Nesrin Topkapı'yı  uykudan bayılmış gözler, çok yemekten şişmiş göbekle ablamın sıcacık şefkat dolu kucağına yığılı bekler, iki dakika popo kıvırmanın nesini  bütün sene beklediğimizi anlamak için bir yıl daha büyümem gerektiğine hayıflanırdım.



Dileklerim, kardeşlerim ve ailem içindi. Özetlersek, dileklerim tüm dünyam içindi.



Bir de, bir vapura binip gitmeyi hayal ederdim hayat bilgisi kitabımda haritalarda gördüğüm o kocaman dünyayı gezebilmek görebilmek için. Tek tek  isimlerini incelediğim dağların, ovaların,nehirlerin,denizlerin özlemi yanıp tutuşurdu içimde.





Babamın favorileri ve hafif sigara sinmiş erkeksi baba kokusu bana güven verirdi.

Annemin hem minnacık bir kadında nasıl bu kadar anaç ve güzel olunur sorusuna minnacık bir kadında nasıl bu kadar hitler otoritesi olur sorusu karışır, tüm cevaplar yosun yeşili gözlerinin deryasında kaybolur giderdi.



Abim hayallerimin rüyalarımın yegane partneri, divan altı sohbetlerimin, yaramaz planlarımın vazgeçilmezi idi. Onu, hep o yıllardaki masum neşeli  coşkun gülüşü ile anarım. Zira şimdiki müdür bey, gülüşünü kaf dağının ardında bırakmış ulaşamadığım bir  yetişkin.





Şimdi yeni bir yıl gelirken eski yılı değerlendirmek istemiyor gönlüm. Çocukluğumun yeni yıl dileklerinde bir eksilme yok;sadece dünyama çocuklarım,yeğenlerim ve sevdiğim dostlarım dahil.



Bir de "Korkma!Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" diye ululuğuna inandığım ulusumun özgür ve adaletli, demokratik ve bağımsız var oluşu temennisi.



Çocukken sevdiğim Atatürk ile şimdi başıma tac gönlüme sultan ettiğim Atatürk ne kadar farklı. Öğretilen sevgiden anlaşılan sevgiye geçişin dayanılmaz derinliği ile sarhoşum.




Yılbaşı programımız klasik deyim PTT'dir bizim : Pijama-terlik-televizyon. Ama çocukluğumun sofrasına atıf olsun, o ruhu  çaktırmadan yine yaşayayım diye tuzlu fıstık ile portakal illa olur.



Bu satırları okuyan dostlar: dilekleri yazmak iyidir. Dileğim, hayırlı olanın bizi mutlu eden olması ve 2017'nin yorulmuş nefeslerimize "umut boşuna değilmiş, bakın aydınlık geri geldi" dedirtmesi.



Çocuklarımızın çocukluklarını, ergenlerimizin ergenliklerini, gençlerimizin gençliklerini yaşayabilecekleri ,anne-babaların "hadi,hadi"ci ebeveynlikten sıyrılabilecekleri bir eğitim öğretim sistemi.



Kimliğimize geri dönmek istiyorum. 

Veee milli piyangoma çok para çıksın istiyorum :-)



Kim karnını  hurma ile doldurmak ister ama ben , benim ve sevdiklerimin cevizli kaymak, katkısız bal, boyanmamış siyah zeytin,mayasız odun ateşinde pişmiş ekmek ve tomurcuğu kararında radyasyonsuz çay ile karınlarını doldurmalarını  istiyorum.



Öyle mütevazı isteklerin bir devrim algılanabileceği 2016... güle güle filan demiyorum.

Yürrüüüüü..anca gidersin! sana müstehak olandır


Teşekkür ediyorum :-)

1 Mayıs 2015 Cuma

1 Mayıs

Öğrenciydim..sene 80'lerin sonları.
Okul Harbiye'de..hani biz Harbiye derdik ya..bildiğin Dolapdere'de aslında
Şu, yanda gördüğünüz ara sokaktaki bina..
Marmara Basın Yayın,şimdiki adıyla İletişim Fakültesi
Trabzon'dan gelmişim, bizim neslin genel özelliklerine uygun apolitik bir çocuğum
1 Mayıs'ta Taksim'den geçip okula gelmeye kalkan arkadaşlarımı polis aldı.
"Basyın Yayın öğrencisi" kimliği yeterli görülmüş?İlk defa kimliğimden ve 1 Mayıs'tan korktuğum zamandı.

Mezun olmaya az kaldı.Sene, 90'ların başları. 
TRT'de staj sonrası kaldım, mutlu bir köle misali çalışıyorum ne gecem var ne gündüzüm.
Torpilim de yok.
8 ay bedava çalıştım beni işe almaları için...alındım da netekim.Vezneciler kız yurdunda kalıyorum bir yandan. O gün çekim var.Fatih'ten Taksim'e, Taksim'den Ulus'a giden otobüse bineceğim. Para yok, otobüs saatlerini hatmetmişim. Taksim'e bir geldim..Ana?!Otobüsler yok. Nasıl panik nasıl korku bende..in cin top oynuyor.Bol bol polis var.Ayyy içim rahatladı , koşturdum bir tanesine.Omuzuna vurdum arkasından pat pat. Adam polis topaç gibi döndü anında ve otomatik silahını burnuma dayadı. Korkudan dibimin düştüğü,midemin böbreğimin üzerine çıkıp tepindiği andı o. Ellerimi havaya kaldırıp nefes bile almadan "ateşetmeyinn'olur,işegeçkaldımotobüsleri bulamıyorumbitanebileotobüsyokhiçotobüsyokamabenbişiyapmadımateşetmeyinn'olurbenimişegitmemlazımamaistemezsenizgitmemvallabillagitmemamaotobüsleridebulamadımzatenAllahAllahbengitmezsemnolurkiateşetmeyinvallagitmembillagitmem..." diye mantıksızca,aralıksız bağırmaya başladım.Polis bir eliyle uzandı ağzımı kapattı. "Kızım" dedi "anan seni kadir gecesi doğurmuş.Hiç 1 Mayıs günü Taksim'de gidip polisin arkasından küt diye omuzuna vurulur mu?" Rengim Casper'a eş halde kekeledim "1 Mayıs mı? B Stüdyosunda çekim var?" Baktı bana, ağzının içinde bişiler geveledi,götürdü elleri ile Gümüşsuyundan aşağı inen yola bıraktı. Duacıyım kendisine. Böbrek taşı düşürdüm o günün akşamına.Korku hem nasıl korkuydu.

Aradan yıllar geçti.
1 Mayıs..
Artık apolitik değilim.
Çocuklarımı da öyle yetiştirmiyorum.
Taksim meydanına çıkmaya hala cesaretim yok
Üzülüyorum.

1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı kutlu olsun.


4 Mart 2015 Çarşamba

Herhangi


Aslında beşbin yıllık arkadaşız biz.
Ama ben yüzlerce yıldır evine gitmedim..evveli de epitopu 2 ya da 3 kezdir gidişim.

TRT'ye stajyer olarak gittiğimde atom karınca gibi bir asistanı vardı prodüktörümün. Hep tebessümlü yüzünde ciddi bir ifade..tıkır tıkır tıkır tıkır her işi  ötekine bağlar, bütün işleri kusursuz yürütürdü. Bana da hem abla hem bir üstüm olarak davranır, şefkat ile disiplinin sevecen bir karışımı ile yoğururdu. Severdim onu, hem de pek çok.

Bir gün montaja gittik.
İnsan bilmediğine hayrandır ya...
Ay dibim düştü o bilmem kaç inch bantlar, koca koca cihazlar, bantların şakırt diye geçirilip iz takip eden makaraları filan..Allah'ım sana geliyorum diye basacağım çığlığı da olmuyor işte.




Montajcı ile bizim asistanın muhabbeti pek sıcak pek güzeldi.Onlarla dost olabilmeyi diledim kalbimden.Şimdi bakıyorum ve görüyorum ki iş hırsı olmamış benim içimde hiç bir zaman...dostluğa, insanaymış azmim hep.

Koridorda muazzam bir parfüm kokusu olurdu bazen çıktığımızda..anlardık ki Attila İlhan oradaymış. Onu görürdüm bazen, çekimlerinde stüdyoyu gören rejinin bir kenarına, bana bir şey denilmemesi için dua ederek bir kedi misali sessizce sokulur; fark edilmeyeyim diye, bir pigme kadar oluşuma şükürler edip kımıldamadan durarak  onu dinlerdim.


Attila İlhan'ı dinlemek..Hayat bana hiç adil davranmadı..hep şanslıydım ötekilerden :))

Seneler geçti aradan..hani bakayım: tastamam 8 sene.

Başka çalıştığım bir yerde çok sevdiğim bir dost edindim. Hem de tamamen tesadüfen bir araya gelip tanıştığım bir dost. Yaşa başa bakmadan tam kanki moduna girdik .Zamanlar sonra öğrendim ki, o montajcı hanımın eşi çıkmasın mı benim kanki? Şaştım kaldım.

Sonra film koptu sonra yeniden başladı sonra kopar gibi oldu,o eşinden ayrıldı benim kanki yalan oldu filan derken 26 sene sonra geldiğimiz noktada nefesinde huzur bulduğum, derdini derdim bildiğim biri o hayatımda. Tamam azıcık çatlak, azıcık tuhaf,azıcık inatçı filan ama..o huylu, ben huysuz...seviyorum işte n'aapim?

Akşam, ÇYDD'nin paneline gidecektim, ondan rica ettim Nehir'i okuldan sen alabilir misin diye. Nehir, onunla olmayı çok ama pek çok seviyor. Öyle özel bir iletişimleri var ikisinin, kedi sever gibi seviyorlar birbirlerini ; sormadan, konuşmadan, yargılamadan, sahiplenmeden sadece çok severek sevmek yaptıkları. Panel sonrasında "nehir'i nereye getireceksin Üsküdar'a indim" dedim. "Eve gel istersen " dedi.

Yazının başında da dedim ya:
Aslında beşbin yıllık arkadaşız biz.
Ama ben yüzlerce yıldır evine gitmedim..evveli de epitopu 2 ya da 3 kezdir gidişim..

Bu sefer "olur" dedim ve ben seneler seneler seneler sonra ilk kez evine gittim.

Kibrit kutusu kadar bir evi var, koca yüreğini nereye sığdırmış bilmem. Az eşyanın verdiği huzur, her şeyin yerliyerinde olmasının verdiği rahatlık ve sizi gördüğüne memnun olduğunu anlatan bir çift pırıltılı göz ile demlendim.


Az oturdum, az konuştuk,limonlu çay içtim 2 bardak.
Sonra akşam oldu..ayrıldık birbirimize sarılarak.

Kocaman mutluluklar için ovalara dağlara gereksinimiz yok aslında.
Herhangi bir küçük dokunuş,farkına varış...


Beşbin yıldır buralardayım
Akşamın renkleri Üsküdar'da nadiren bu kadar güzel oldu.


10 Eylül 2014 Çarşamba

Siz Hiç Öldünüz Mü?





Hiç unutmam fena halde öldüydüm bi keresinde.

O zamanda kaldı insana kinim öfkem...hatta zamanla zaman anlamını yitirdi.En vazgeçilmezlerin denizlerin dalgasında bir köpük kadar değer taşıdığını öğrendim.Susmak, kelimelerin taşıyamadığı anlamlarla zengindi..bildim.

Çok net hatırladıklarım ve savunma güdüsü ile hafızamın sildiklerinden oluşan hikayemi anlatacağım size bugün ihmal ettiğim günlerin affı için.Ayrıntıları hoşgörün..göreceksiniz ki her birinin verdiği mesaj ve belirleyicilik yadsınmaz.

Evlendikten 1.5 sene sonra eşim askere gitti. Herkes, o gitmeden hamile kalmamı o döndüğünde bir bebeğin olduğu yuvamızın olacağını empoze edip duruyordu. Dumur olmuştum.Allah'ım ya Rab'bim.Göbeğimi saklamayıp övüneceğim ve nazlanacağım yegane dönemi bi başına yaşamak? Böreği fırına koy işten geldiğinde hazır olsun mantığıyla bebek sahibi olmak?Elbette söyledikleri sağ kulağımdan girip sol kulağımdan çıkmadı zira sağ kulağımdan girmelerine bile izin vermedim.Saçmalıktı.İlerleyen zamanda yaşadıklarım, hayatınız hakkında kendi kararınızı vermenizin önemini anlatacak sizlere.

Bir de sırt çantama takmışlardı. Yeni evli bir kadına yakışmayan bir stildi benimkisi.Kot pantolon,ardımda bir sırt çantası..hani şöyle topuklu ayakkabı şıkıdım kıyafet kolumda şık bir çanta ile alkış toplardım doğrusu...ama ben kaplumbağa gibi evimi sırtımda taşımayı severdim. İyi ki sinlemedim onları..bugün yürüyebilmemi dik başlılığıma borçluyum.

Özer askere gidince, hazır bi başına ve özgürüm;denemek istediklerimi deneyeyim diye TRT'den ayrılıp Yeşilçam'a gittim.Çalışma saatleri yoğundu ve düzenli ,klasik bir evlilik hayatı için çok ideal değildi.Hazır Özer yokken bu piyasaya adım atıp yer edinmek ve o geldiğinde tecrübe edinebilmiş biri olarak iş seçiminde biraz daha belirleyici bir rol edinebilmekti düşüncem. Fırtınalar dizisinde yönetmen yardımcısı olarak iş buldum.

O gün, Üsküdar'ın Çiçekçi pazarından alışveriş yapıp eve dönüyordum.Ellerim poşetlerle dolu evime dönerken yolda dinlenmeye koyulmuş iki kadından biri beni gösterdi diğerine:

-Beli sağlam da taşıyo bak..ey gidi ey..gençken ben de taşırdım ama şimdi belim sağlam değil.

Kısa yol olarak kullanılan mezarlık arasından çıktığımda içimdeki ürperti ile ilk gördüğüm dilenciye sadaka verdim. Aklımda askerdeki eşim,Trabzon'daki ailem vardı.Az sadaka çok bela savarmış..zaten az olan paramdan verdim.İyi de etmişim.

Haftasonu eşime gidecektim.Temiz çamaşırlardan çanta hazırladım.Onunla aynı yerde yatan herkes için Pakmayanın tarif kitabından edindiğim tarifle mayalı hamurdan zeytinli dolama hazırladım. Sabaha kadar belki 5 belki 6 tepsi pasta demekti bu.Oradaki canların her birini kendi kardeşim bildim, zevkle şevkle pişirdim fırının sıcağından emeğin yorgunluğundan söz etmeden.

Rahmetli babaannemin beni çok sevmediğine inanmışımdır her zaman.Evlenirken kalınca bir altın zincir hediye etmişti bana.Özer'in alyansı o zincire takılıydı.Boynumdan hiç çıkartmıyordum.

O sabah Kadıköy'deki Murat Pastanesine gittim.Tatlı birşeyler daha almak istiyordum.Aldım, meblağ düşündüğümden fazla çıktı.O esnada, sıkça geldiğim ve  evvelden de muhabbet ettiğim için asker ziyaretine gittiğimi bilen satıcı ücretin bir miktarını döndükten sonra vermem konusunda ısrarcı oldu. Durum gerçekten zordu ..herkese pasta götürme fikrinin hevesi normalde evet demeyeceğim bu öneriyi kabul etmeye itti beni. Pazartesi gelirim dedim, gülümsedi.

Trene bindim, Tuzla'ya gittim. Herkes torpil bulmamız için teşvik ediyordu ama ben Allah'a emanet konusunda tereddütsüzdüm. PKK'nın yoğun olduğu o yıllarda korku vardı elbette ama kimsenin hakkını yiyemezdik.Eşimde zaten böyle birşeyin lafını ettirmezdi.Şans bu ya, acemiliği Tuzla'ya çıkmıştı.Sırtını Allah'a daya, gerisi boş işte. Haftasonları yanına gidip çamaşır götürebiliyordum ve onu görebiliyordum böylece. Trene bindim yola koyulduk.Bir kaç durak sonra kondüktör trene biletsiz binen 15 yaşlarında tinercileri yakaladı ve dövmeye koyuldu.Çok üzülmüştüm. Cebime ancak Kadıköy'e dönecek kadar para ayırdım, Kadıköy'den eve yürümeyi planladım ve o çocuklara cezalı bilet aldım. Dayak yemeleri içimi acıtmıştı. Tuzla'ya vardığımda eşimle minik bir piknik yaptık, pastalara arkadaşları için ayrı bir sevindi. Mutluydum, ne yorgunluk ne hüzün yoktu içimde.Olan biten, dün bugün yarın, mevsimler özlemler..her şey vardı sohbetimizde.Sonra zaman geldi ve ayrıldık. Ben tren istasyonuna gittim

Peronda beklerken bir hanım ile sohbet ettik. O da asker ziyaretine gelmiş.O bir şeyler anlatırken akşam ezanının okunduğunu duydum.İçimi cız ettiren bir şeyler vardı o ezanın okunuşunda. İçimi tarifsiz bir hüzün sardı. Hanımı dinler görünürken etrafa baktım doymak istercesine."Dünya ne güzel yer..yaşamak ne güzel şey" dedim.İçimdeki sızı gittikçe derinleşiyor, o ezan okundukça nedensiz bir şekilde gözlerime yaşlar doluyordu.Aradan seneler geçti kulaklarımdan hiç gitmedi sesi..neydi bilmem.

Trene bindik.
O hanım da yanımda
Tren hareket etti..İçmeler durağında durduk.Tekrar hareket ederken, bir önceki seferde dayak yemesinler diye cezalı bilet parasını verdiğim tinercilerden biri ileri atıldı ve boynumdaki altın kolyeyi çekerek kopardı perona atladı..."Özer'in alyansı!" diye düşündüm.Bir başkasına ait olduğunu sandığım boğuk bir çığlık duydum ama sanırım o bana aitti.Dengemi kaybederek gittikçe hızlanan trenden yuvarlandım ama peronun sonuna denk gelmiştim..hızlanan tren beni savurdu..raylara doğru savrulurken limon sarısı bluzu ile koşarak uzaklaşan tinerci geri dönüp baktı ve bir saliseliğine gözgöze geldik.

Bir elektrik direğinden az daha yüksek mesafeden kendimi seyrediyorum şimdi. Tren durdu.Biri acil durum el frenini çekmiş olmalı. Herkes başıma toplanmış.Yaklaşmıyorlar.Kimse sorumluluk almak istemiyor biliyorum.Yerdeki  kendimi seyrederken bir bulut gibi havada asılı duruyorum. Elbisem açıldı mı , bir yerim görünüyor mu diye bakınıyorum endişeyle ilkin. Hay Allah..en sevdiğim yeşil elbisem paramparça ama bir yerim açılmamış iyi.Parçalanmış dizlerime ve yüzüme bakıyorum üzüntü ile."Canım çok yanıyor olmalı" diyorum.Çok üzülüyorum bedenimin o haline.Bana el uzatmayan kimseye kızmıyorum.Kızılacak yerde değilim.Ölmek inanılmaz bir hafiflik, güzel hissediyorum kendimi.Düşünmekten bile daha hızlı hareket ediyorsun,hafifliği huzuru inanılmaz.Oradan uzaklaşıyorum,gitmem lazım ama neden bilmiyorum. Sonra filmlerde anlatılan o şey oluveriyor.Tüm hayatım gözlerimin önünden akıp geçiyor unuttuğum tüm ince detayları ile.Ne ufacık bir an ne bir insan eksik değil.Belki bir saniyeden daha kısa sürede hatırlıyorum herşeyi ama herşeyi.Önemli olan şu ki, lafı gediğine koymaktaki becerimle yerle bir ettiğim herkes, küstüklerim,kırdıklarım,haklı olsam da ezdiklerim,öfkelendiğim anlar,öfkeyi kalbimde taşıdığım anlar kirli bir pas rengi halinde..bağışladığım,sevdiğim,güldüğüm ve hele affettiğim anlar ise parlak yeşil ile bezenmiş.İçimi sonsuz bir pişmanlık sarıyor. Ağlayabilsem ağlayacağım.Pişmanlık yakıcı.Ne boşmuş hepsi..haklı çıktım da ne oldu, niye kırdım ben insanları?Geri dönebilsem,af istesem,hani öleceksem yine öleyim ama bu pişmanlığın yükü çok ağır..affedin beni desem..diyebilsem ahh.Tekrar süzüldüm boşlukta. İki kapı var.Birinden yayılan huzur,serinlik ve güzellik bildiğim kelimelerle tarif edilir gibi değil.Sonsuza kadar orada olmak istiyor içim. Öteki kapıyı bildiğim kelimelerden sadece dehşet,hakikatli bir dehşet tanımlayabilir.Çok ama çok korkuyorum.İki kapının ortasında babam var.Üzerinde camgöbeği gömleği.Sıkıntılı anlarında yaptığı gibi iki eli arka cebinde,boynu bükük,başı yerde.Ona duyduğum sevgi yine de titretiyor içimi.Babam gelmiş beni yolcu etmeye.Düşünüyorum.Ablam...ondan ayrılmak dayanılır gibi değil.Özer'i düşünüyorum sonra..beni bile 6 ayda zor tavladı,hayatı boyu yalnız kalır o diyorum içimden gülerek.hayatı boyu..hayat?Elinin altında silah var, askerde..ya dayanamazsa ölümüme.Annemi düşünüyorum , ağlar o çok ağlar.Babam başı eğik ,sözcükler olmaksızın yere bakıp hükmü bekliyor.Belli yüreği ezik ama sözü yok.Ablam..nasıl ayrılırım ondan?Abim..haylazlıklarımız.Ağlayamaz bile o..üzemem onları."Baba" diyorum "döneceğim ben" Babam inanamayarak başını kaldırıyor ilkin.Ardından sonsuz bir sevinçle sarsılıyor vücudu , "evet " anlamında sallıyor başını .Derin bir nefes salıyor hemen ardından..tutmuş, nefes almamış o ana değin.Sonra tüm bunlardan hızla uzaklaşıyorum.O ferah aydınlık hızla yok oluyor.Oysa bir yerde güzeldi ölüm.

Uyandım.Uyuyakalmışım.Kızgın uyandım.Biri "anasını ...tiğim yol verseneeeeee" diye basbas bağırıyordu. Yanımda küfredilmesi hiç hazzetmediğim şeydir. Kim bu densiz diye baktım gözlerimi açıp.Tanımıyordum.Başım birinin omuzuna dayalı..doğrulayım dedim , tarifsiz bir acı ile haykırdım..yine karardı ortalık.

Uyandım. Sessizce etrafa bakındım.Hala aynı arabada arka koltukta iki kişinin arasında oturuyordum, başım birinin omuzuna yaslı idi. Neden orada olduğumu düşündüm.Hatırlamıyordum.Bütün hayatım, adım, kim olduğum dilimin ucuna gelip bir türlü hatırlayamadığım bir kelime gibiydi. Kimdim?Adım neydi?Kaç yaşındaydım?Neden buradaydım? Söyledim söyleyeceğim ama bir türlü hatırlayamıyordum.Gözlerim ellerime ilişti..alyansım.Evliydim.Çekinerek belime sarılmış ve omuzlarına yattığım adama baktım.Saç sakal birbirine karışmış kapkara bir adam..sinkaflı bir küfür daha savurdu yol vermeyen araca.."aman Allah'ım ben ne yapmışım" dedim ve yeniden bayıldım.

Uyandım.Beyaz bir sedyede yatıyorum.O arabadaki adamlar bağırıp çağırıyor. Biri çıkardı nüfus kağıdını verdi görevliye.(Sonradan beni tedavi ettirecek parası olmadığından nüfus kağıdını rehin verdiğini öğrendiğim o insan ve diğerleri için sonsuz dualar ettim ömrümce.) Sedye beyaz..yanımdan minik kırmızı bir dere misali alıyor kan.Benim kanım biliyorum.Korkmuyorum.Elimi kaldırıp alyansıma bakıyorum.Bir doktor getiriyor o arabadaki adamlardan bir tanesi sürüye sürüye.Doktor "uykun var mı " diyor.Susuyorum. "Kustu mu" diyor.Adamlar evet diyorlar.hepsi bir ağızdan bir şey anlatıyor.Kimim ben?En çok adımı merak ediyorum."Deniz olsa adım keşke" diyorum.Denizi çok sevdiğimi biliyorum.Beyaz muşamba sedyeden ince bir iplik gibi akıyor kanım.Beni bir alete sokuyorlar tabut gibi.Tomografi gerekli diyor doktor.Bir tanesi daha nüfus kağıdını veriyor rehin alın diyor.Onu tanımıyorum.Kimseyi tanımıyorum.Kimim ben? Tomografi cihazı tabut gibi.İçine sokuyorlar beni,yorgunum,uyuyorum.

Uyandım.Tuvaletim var.İnliyorum.Adamlardan biri geliyor ,tuvalete götürüyor beni.Oradaki hanımlara rica ediyor "dik duramaz, beli kırık diyor" Kucaklayıp tuvalete götürüyorlar.Kapıyı kapatmaları için yalvarıyorum, halim yok ben kapatamıyorum canım çok yanıyor.Huy canın altında derler..can çıkmadıkça huy çıkmaz derler.Adımı bilmiyorum ama küfre kızmam ve utangaçlığım sabit.Sedyeye geri taşıyorlar.Bayılıyorum.Uyanamayacağım bir rüya görür gibiyim.

Uyandım.Başımda polis.Kimsin diyorlar bilmiyorum.Çantamda Fırtınalar dizisinin textleri.Bir de TRT'ye ait 3-5 antetli kağıt.Kimlik yok.Susmak istiyorum.Karanlık beni alıp götürüyor röntgen odasına giderken.

Uyandım.Kaç saattir bu haldeyim bilmiyorum.Bölük pörçük birşeyler hatırladım.Teyzemin oğlu var İstanbul'da, dayımın oğlu var.Eşim askerde.Adım mı..onu hatırlayamadım henüz.Polis geliyor tekrar.Üzerimdeki değerli olabilecek şeyleri alıyor, alyansımı vermiyorum.Gülüyor."Çok mu aşıksın kocana" diyor.Gülümsüyorum.

Uyandım.Polise eşimin askerde ama acemi birliğinde olduğunu, Tuzla'da olduğunu söyledim."Durumum iyi değil, belki öleceğim..onu son bir görsem olmaz mı?Getirseniz onu bana" diyorum. Polisin yüzü allak bullak. Diğer polise anlatıyor "alyansı avucunda, kocası gelip takacakmış kendi alyansını kendi takarsa olmazmış" diyor. Gidiyorlar.


 Komutanlar tartışıyormuş gecenin bir vakti yemin etmemiş er çıkartılır mı? Biri demiş ki "o da insan.Karısı ölmek üzere..son bir görme şansını almayalım elinden" Koğuşa emir gelmiş." Özer kalk giyin"
Öteki komutan devreye girmiş. "Ya hanımı vefat eder bu firar ederse..yemin etmemiş eri gece vakti çıkartmak risk"
"Er Özer, soyun yat"
"Biz de gideriz onunla..siz sevmediniz mi hiç, evli adam,belki bir daha göremeyecek"
"Er Özer..giyin"
"bu riski alanın askerliği yanabilir arkadaşlar duygusal karar vermeyin"
"Er Özer..soyun yat"
Polis gitmiyor onu almadan çok rica ettiler..ben de giderim , sorumluluğu alıyorum
"Özer..giyin koğuş dışında bekle"

Bir komutanı (Allah her iki cihanda esirgesin onu her kimse) risk alıp onunla beraber geldi hastaneye.Özer'i görünce bahar esintileri içime dolmuş gibi hissettim.Ela gözleri ne tatlı bakıyor gözlerimin içine.Polis anlatıyor ona "alyansı avucunda, sen takmazsan olmazmış.Bişi diyeyim mi arkadaş.ben böylesine aşık kimseyi görmedim.Uğraşmazdım yoksa, bak ta Tuzla'ya geldik" Alyansı uzatıyorum ona sımsıkı tuttuğum avucumu açarak.Yüzük parmağıma takıyor sessiz ve dikkatlice.Mutluyum.

GATA'ya götürüldüm.Beynimin birazı dışarı çıkmak üzereymiş öyle dediler. Filmlerdeki gibi tepemde spot ışıkları ameliyathaneye alındım.Doktora bir karadeniz yemeği olan dible tarifi verdiğimi hatırlıyorum.Kafam fena, pek fena yarılmış. Belim ve omurlarımda kırık-çatlak varmış.Oralara platin koydular ama yürüyemiyorum.GATA'da uzun zaman yatacağa benzer halim.

Orada ne kadar yattım hiç bir fikrim yok.Eve çıktığımda yürüyemiyordum.Çeyizimle gelen dantelli çarşaf takımları , gök mavisi yorganımı sermek bugünlere nasipmiş.Olsun.Ölmedim ya.Umut hala var demektir.

Şimdi biraz geriye gitmek gerekiyor.TRT'de çalışıyorum.Bir sabah işe gelirken otobüste karşıma bir kız oturdu.Kapkara alacalı suratı, sivri burnu ve ürkütücü gözlerine ayrı hava katan hepsi havada kıvırcık saçları vardı.Otobüsten inerken onu bir daha görmemeyi dileğimi çok net hatırlıyorum. Odama gittim,çay-tost ve sabahın rutin işlemleri sonrasında EĞKD bölümü bürosuna geçtim.Staj için gelen gençlerle doluydu ve hemen hepsi ya hocalarının tavsiyesi ile ya gelen yetkileri ikna ederek bir program bulmuşlardı.O kızı gördüm birden.Bir program bulamamıştı, kimsenin ona sıcak bakıp almadığı gururuna incinmişliğine aldırmıyor tablosu çizmeye çalışıyordu. Çok genç..dedim.Kıyamadım. "Merhaba, bizim bir stajyere ihtiyacımız var eğer bir programınız yoksa bizimle olur musunuz?" başını kaldırdı, doğru duyduğundan emin olmaya çalışıyor gibiydi.Elimi uzattım..benimle geldi.O yaz birlikte çalıştık.

Tekrar kaza zamanı.
Annem yine neşeli olmaya çalışan gülümseyişi ile "bak kim geldi" dedi
"Kim?" dedim
Bilmiyorum ki işareti yaptı çaktırmadan. İçeri stajyerim giriverdi.Şaşkınlıkla gülümsedim.Yine soğuk, sanki aslında orada değilmiş gibi bir ifadesi vardı.Bir süre sessizce oturduk.Sonra üzüntüsünü dile getirdi.Sonra benden bana bakmak için izin istedi.Ne demek istediğini anlamış değildim ama içimden onu kırmak gelmiyordu. Yorganı açtı.Elini bana hiç dokundurmadan avucunu açarak üzerimde gezdirmeye başladı. Garip bir sıcaklık hissettim önce.Sonra garip bir sızı.Sıkıntıyla yüzünü buruşturdu." Göbeğiniz düşmüş sizin" dedi. Karnımda sürekli bir ağrı olduğu doğruydu. Devinimli hareketleri ile bana hiç dokunmayarak karnımın üstünde elini dolaştırmaya devam etti.Bir süre sonra karnımın ağrısı geçmişti.Belim ve sırtımla ilgili bir kaç gün daha gelmesi gerektiğini söyledi.Sizi bizi bırakmıştım bir kenara, hayretten bayılmak üzereydim. "Naaapıyon lan?" dedim şaşkın hayran ürkmüş. Gülümsedi solgun. Çağırdılar geldim dedi. Sonra ayağa kalktı. Gitmem lazım, yine gelirim dedi ve gitti.

Ne yapacağımızı bilmez haldeydik. Stajı biteli çok olmuştu evimi ve yaşadığım sıkıntıyı nereden öğrendiği bir yana yaptığı şeyin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorduk.Emin olduğum o sancılı ağrının karnımdan gittiği idi.Ona izin vermeye karar verdim.

Mevsim yazdı sanırım.Kuşların cıvıltısını duyuyor sokağa çıkıp yürüyemediğim için deli oluyordum. Tabanlarımda kaldırımı hissetmek için neler vermezdim.  Yürürken terlemek, rüzgarın saçlarımın arasında dolaşması özlemi beni deli ediyordu.

Stajyerim gelmeye gerçekten de devam etti.Düz asfaltta sarsılmadan araçla 3 km kadar gezebilirden başka izni olmayan ben ayağa kalktım ve hayata kaldığım yerden devam ettim.

Sonra stajyerim bana "sana borcumu ödedim,daha beni arama " dedi ve çıkıp gitti. Onu bir daha hiç görmedim.

Kimse bana elini sürmezken, sokakta görseniz kaldırım değiştireceğiniz hırpani dört adam beni kucaklayıp hastaneye götürmüş. İşittiğim küfürler beni yaşama kavuşturma telaşları imiş.Kartal Araştırma Hastanesine götürülmüşüm.Nüfus kağıtlarını rehin bırakıp beni tedavi ettirmişler.Ailem onlara her türlü teşekkürü denemiş ama onlar gülümseyerek evlatları olduğunu, onlara edeceğimiz hayır dualarını yeteceğini söylemişler.

Hafızam yerine gelince ve yürüyebildiğim ilk gün Murat Muhallebicisine koşup borcumu ödedim.Birine "inşallah..ama olmazsa hakkını helal et" demem o zamandan öğrenmişliğimdir.

Sizi sevmeyen birinin zoraki verdiği hediye bir şekilde gidiyor sizden..belki canınızı yaka yaka.

Bir daha kimseye küsmedim.Kırdıklarım unutkanlığımdan oldu, hatırladığımda af diledim.O filmi bir daha gördüğümde pas rengi bir yeri olsun istemiyorum.

Hamile olaydım yaşayacağım acı ikiye katlanacaktı.İnsanları dinlemeyip kendi bildiğimi okuduğum için kendimi daha çok sevdim.


Sırt çantam tam raylara gelmiş.O olmasaydı darbe çok daha sert olacaktı ve ben belki hiç iyileşemeyecektim. İnsan kendisi için en iyi olanı biliyor çoğu zaman.Hala sırt çantamla gezerim.

Bir adım önce düşsem trenle peron arasında kalacakmışım ve bacaklarım kopacakmış.Az sadaka çok bela savar, o gün verdiğim sadakanın hayrını hiç unutmadım.

Bir daha pazardan elimde torbalarla dönemedim, hiç dönemeyeceğim. Nazar adam öldürür Anadolu hurafesi değilmiş, yaşadım bildim.

Yarın kalkacağız ya inşallah...güneşi göreceğiz mainin içinde sıcacık. Sıkıntımızın yanında umudumuz da olacak ya fırından taze çıkmış ekmek gibi sevinci bizi sara sara.Sevdiklerimizin yanına koyacağız unuttuklarımızı belki, affetmenin büyüklüğünü yaşamak için en azından bir günümüz daha var diyeceğiz.Yarın kalkacağız ya, bitmemişliği başlatacağız işte yeniden.


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947